11 Mayıs 2015

bu sabahlar sabah değil!

onun ömrü, güz göre göre,

"benim düşündüğüm hiç bu değil"

diye diye..

kalktı.. uyumamanın

peşinden çok gittiği..
sokaklara..


yattı..

benim..

benim..

benim..

10 Mart 2015

"ne idi, ellerini götürünce, ne gelecekti? gelecek?"

hala aynı şeyi yazdığını görmekti.. hala.. aynı şeyi.. yazmak.. tuhaf..

28 Kasım 2014

..

bir kaplumbağa, güneşin aynasında,
sorsan, yelelerinde zaman!
kumarbaz sanan kendini,
bir iskambil kağıdı.hep zar atarlar,
kumarbazlar,
diye hüzünlenen..

bazı akşamlar, ışığı denk getirirse,
 renkleri çok seven..

bulutlar geçip gitmeli, tamam
inanmalı bir bir ıskalamaya tüm geçip giden şeyleri
ama,
bir an, nasıl sanıldıysa, nasıl öyle olduysa,.
bir anın, hiç tükenmediği..
- hep şuracıkta kalan..

 bir ince fidan, üşümeyi seven,
sorsan kış çok bereketli geçti..
gemisi batmış, gibi yürüyor, asfaltta,
 çoluk çocukta, geç gelmiş bir sıla sevinci..
gurbette ölüm diye, ölümde gurbet diye,
olmaz bir molla benim dedem:

 sıcak dokunuşlarla sanılmış bir yaz,
diye mi kırlangıçlar, hep güneye gitti..                                                             güz, 2014
diye bir akşamüstü..

bir akşamüstüydü, gülüştünüz..

sabaha karşı balkonu sevdiniz, seviştiniz..
anladınız;
aşağı ömürden, bir öğle sonrasında

soğuk, gri, hiç, kimsesiz..
gittiniz.. (aşk, bir, zamandı.. gittiniz..)

                                     dido'ya.. güz, 2014..

24 Mayıs 2012

..

bir izlanda gecesinde yıldızlara bakarmış gibi yaparken aklıma gelen çingene kızı, binli yılları geçtiğimiz, bacakaranda sirenler, elinde avucundakini verirken sen, tarih yoktu. kötürüm bir karanlığa mahkumduk. sokak lambaları hükümet hükmünde, bi saatten sonra yanmıyordu, bi saatten sonra biz biz olmuyorduk.
sokak lambalarının altında vergisi verilmiş cigaralar yanıyordu. devlet evlatlarını karanlıkta bırakmıyordu.
kimliğin yoktu. kimsem yoktu. ARANIYORDUK. donumuz, ayak bağımızda aranıyorduk. kitap aralarımızda, okumayı öğrendiğimiz gün taşımaya başladığımız, parmakuçlarımızda aranıyorduk. bizi arıyorlardı, kahkahalar atıyor, kahkahalarımıza bakıp, ağlıyorduk. kahkahayla kapattığı yüzünü ağlayarak açan adamların, yaşını siliyorduk, inanıyorduk her vakit ve hep! siyah beyaz bir melodram da olsa, kağıdın kestiği serin bir gece de olsa, birbirimize sarılıp, inanıyorduk. vakit aldanma vaktiydi. vakit, her ne pahasına olursa olsundu, inanma vaktiydi ve bize paha biçilen hep bildiğimiz bir aldanmaydı. kendimize aldanıyorduk. mesela sen bana bakıp inanırken ben sana bakıp aldanıyordum. işte böyle sahici hikayeler akıp gidiyordu sokaktan.. ben mesela aramızdan akan bir ırmağın varlığına o kadar emindim ki, bir şiiri düşürdüm. şairin bedeni kupkuruydu, bir ceset gibi akıyordu ırmaktan, az yaşamış bir ceset gibi. şapkamı çıkardım, saygıyla eğildim toprağa. şairin cesedini taşıyan ırmağın önündeydim, bizim yapmamız gerektiği gibi, şapkamı çıkarıp eğildim toprağa, onun huzurunda inanacaktım, her şeye. sana. biliyordum, tek tanrın bendim. ben bile eğilebiliyordum. biliyordun. bana inanıyordun. seni aldatmıştım. umursamıştın. kanıyorduk.
birbirimize bakarmış gibi yapıp, yıldızlara bakıyorduk.


02 Temmuz 2011

..

sarhoşsun dünya. dedi.

18 Şubat 2011

Kar Şiiri / Sezai Karakoç

Karın yağdığını görünce
Kar tutan toprağı anlayacaksın
Toprakta bir karış karı görünce
Kar içinde yanan karı anlayacaksın

Allah kar gibi gökten yağınca
Karlar sıcak sıcak saçlarına değince
Başını önüne eğince
Benim bu şiirimi anlayacaksın

Bu adam o adam gelip gider
Senin ellerinde rüyam gelip gider
Her affın içinde bir intikam gelir gider
Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın

Ben bu şiiri yazdım aşık çeşidi
Öyle kar yağdı ki elim üşüdü
Ruhum seni düşününce ışıdı
Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın

17 Eylül 2010

kürk mantolu madonna'dan

maria puder ve raif'in hikayesi
--

bazan aramızda aşk meselelerinden bahsettiğimiz olurdu. onun bu mevzuu ne kadar lakayt, ne kadar kendinden uzak bir şeymiş gibi incelediğini görünce içimde garip bir ezilme duyardım. evet, her şeye razı olmuş, onun bütün şartlarını kabul etmiştim. fakat buna rağmen, bazan sözü maharetle kendimize nakleder, dostluğumuzu tahlile kalkardım. benim fikrimce aşk diye ayrı, mücerret bir mefhum yoktu. insanlar arasında çeşit çeşit kendini gösteren bütün sevgiler, sempatiler bir nevi aşktı. yalnız yerine göre isim ve şekil değiştiriyorlardı. kadınla erkek arasındaki sevgiye hakiki ismini vermemek bir nevi kendimizi aldatmaktan başka bir şey değildi.
o zaman maria şahadet parmağını sallayarak gülüyor:
"hayır dostum, hayır!"diyordu. "aşk hiç de sizin söylediğiniz basit sempati veya bazen derin olabilen sevgi değildir. o büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki, nereden geldiğini bilmediğimiz gibi, günün birinde nereye kaçıp gittiğini de bilmeyiz. halbuki arkadaşlık devamlıdır ve anlaşmaya bağlıdır. nasıl başladığını gösterebilir ve bozulursa bunun sebeplerini tahlil edebiliriz. aşka girmeyen şey ise tahlildir. sonra düşünün, dünyada hepimizin hoşlandığımız birçok kimseler, mesela benim hakikaten sevdiğim birçok dostlarım vardır. şimdi ben bütün bu insanlara aşık mıyım?"
ben fikrimde ısrar ederek:
"evet" demiştim. "en çok sevdiğinize hakikaten ve diğerlerine birer parça aşıksınız!"
maria hiç beklemediğim bir cevap vermişti:
"şu halde niçin beni kıskanmadığınızı söylüyordunuz?"
söyleyecek bir şey bulamayarak bir müddet düşündüm, sonra izah etmeye çalıştım:
"içinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir."
"ben şarklıları başka türlü düşünür zannederdim!"
"ben öyle düşünmüyorum!"
maria gözlerini sabit bir noktaya dizip uzun uzun daldıktan sonra:
"benim beklediğim aşk başka!" dedi. "o, bütün mantıkların dışında, tarifi imkansız ve mahiyeti bilinmeyen bir şey. sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemk başka... aşk bence bu istemektir. mukavemet edilmez bir istemek!"
o zaman onu yakalamış gibi kendimden emin bir edayla:
"bu söylediğiniz bir an meselesidir" dedim. "içinizde mevcut olan sevgi, alaka, sarih olarak bilinmeyen bazı vesilelerle, zamanı tayin edilemeyecek bir anda, birdenbire birikir, tekasüf eder(yoğunlaşır); nasıl tatlı tatlı ısıtan güneş ışığı bir adeseden geçtikten sonra bir noktada toplanıyor ve yakmaya başlıyorsa, kuvvetini fevkalade artıran bu sevgi de sizi sarar ve tutuşturur. onu dışarıdan birdenbire gelen bir şey zannetmek doğru değildir. o, içimizde zaten mevcut olan hislerin bizi şaşırtacak kadar şiddetlenivermesinden ibarettir."
bu münakaşayı burda bırakmış, fakat başka zamanlar gene ele almıştık. ne kendi sözlerim, ne de onun fikirlerinin yüzde yüz isabetli olmadığını seziyordum. her ikimizi de, birbirimize karşı ne kadar açık olmak istersek isteyelim, bize tabi olmayan bir takım gizli, müphem düşüncelerin ve arzuların idare ettiği muhakkaktı. birleştiğimiz noktalar ne kadar çok olursa olsun, ayrı olduğumuz yerler de vardı ve bir taraf bir tarafa kolayca uyuyorsa, bunu ancak daha ehemmiyetli bulduğu bir gaye uğruna yapıyordu. ruhlarımızın böyle en saklı köşelerini bile ortaya dökmekten ve üzerine münakaşa etmekten çekinmiyorduk; buna rağmen hiç dokunmadığımız taraflar da vardı, çünkü bunların ne olduğunu biz de doğru dürüst bilmiyorduk; fakat bir his bana, asıl bu cihetlerin mühim olduğunu fısıldıyordu.
şimdiye kadar bana bu derece yakın olan bir insana tesadüf etmediğim için, bence bütün meselelerin üstünde onu muhafaza etmek arzusu vardı. bütün isteklerimin en son gayesi belki de ona tamamen, hiç noksansız, bütün maddi ve manevi varlığıyla sahip olmaktı, fakat elde edebildiğimi de kaybetmek korkusuyla, bu gayeye gözlerimi çevirmekten çekiniyor, seyretmekte olduğu ve yakalamak istediği harikulade güzel bir kuşu küçük bir hareketiyle kaçıracağından korkan bir insan gibi atıl kalıyordum.
bu hareketsizliğin, korkuya dayanan bu tereddüdün daha zararlı olduğunu, insan münasebetlerinde bir noktada taş kesilmiş gibi kalınamayacağını, ileriye atılmayan her adımın insanı geriye götürdüğünü ve yaklaştırmayan anların muhakkak uzaklaştırdığını karanlık bir şekilde seziyor ve içimde sessizce yanan, fakat günden güne büyüyen bir endişenin yer etmeye başladığını hissediyordum.

..

- kürk mantolu madonna, sabahattin ali, yky, korsandan alınma, syf: 109-111

08 Eylül 2010

güneş doğdu, şehrin şakaklarına, geceydi, karanlıktı, sokakları dolaştı ağır usul bir hüzün, demini aldı acı, güneş doğdu, güneş doğdu, eylül'den bahsetti bir şair, yazın bittiğinden, akdeniz'den, tuzdan, sevgiden, güneşten, güneş doğdu, güneş doğdu, dedim ona.. güneş doğdu, bitti gece.. bir fısıltıyla gezdi şehri.. bitti gece.. karnında sevinçten ne yapacağını bilmez bir bıçak yarası, bitti gece..

14 Ağustos 2010

yüksek dozda aşk muhteva eden yıldızlara baktık.. içimiz ışıl ışıl, bir sabaha vardık. ne ucu, ne aşağısı görünen bir köprüdeyiz. korkuluk yok. korku yok. sis, pus, çığlıklar, çok eski zamanlardan beri yankılanan bu uçurumda.. yürüyoruz, bir rüyaya doğru..

Özlediğin Gidip Göremediğindir

Özlediğin, gidip göremediğindir;
ama, gidip görmek istediğin

Özlem, gidip görememendir; ama
gidip görmek istemen

Özlediğin, gidip görmek istediğin-
ama gidip göremediğin

Özlem, gidip görmek istemen-
ama, gidememen, görememen;
gene de, istemen


Oruç ARUOBA

25 Temmuz 2010

III. - Samuel Beckett

Bırak, bırak tüm bunları diyecektim. Kimin konuştuğunun ne önemi var, biri kimin konuştuğunun ne önemi var dedi. Biri kalkıp gidecek, giden ben olacağım, ben olmayacağım o, ben burada olacağım, buradan uzaktayım diyeceğim, ben olmayacağım o, hiçbir şey söylemeyeceğim, bir öykü anlatılacak, biri bir öykü anlatmaya çabalayacak. Evet, yadsımıyorum artık, her şey düzmece, hiç kimse yok, anlaşıldı değil mi, hiçbir şey yok, tümceler de kalmadı, hadi alıklaşalım, tüm zamanların, tüm zaman kiplerinin alığı olalım, sona ermesini beklerken bunun, her şeyin geçip sona ermesini, seslerin kesilmesini, yalnızca sesler var, yalnızca yalanlar. Buradan, gitmek buradan ve başka bir yere varmak, ya da kalmak burada ama bir aşağı bir yukarı dolanarak. Önce kımılda, bir beden gerekli, eskisi gibi, yadsımıyorum bunu, yadsımayacağım artık, bir bedenim var diyeceğim, ayağa kalkacağım, yaşamak diyeceğim buna, benim diyeceğim, ayağa kalkacağım, düşünmeyi bırakacağım, işimle dolu olacağım, ayakta durmakla, ayakta durmayı sürdürmekle, yer değiştirmekle, katlanmakla, yarına, gelecek haftaya sağ çıkmaya çalışmakla, yeterli olacak fazlasıyla bütün bunlar, bir hafta, ilkbaharda bir hafta fazlasıyla yeterli olacak, yaşam şırıngalayacak içimize. Arzulamak yeterli bunu, arzulayacağım ben de, bir bedenim olmasını arzulayacağım, bir kafam olmasını arzulayacağım, birazcık kuvvet, birazcık da cesaret, şimdi koyuluyorum işe, bir hafta çok çabuk geçti, sonra döndüm buraya, şu karışık yere, günlerden uzak, günler uzak, kolay olmayacak. Peki neden tüm bunlardan sonra, hayır, hayır, bırak, başlama yeniden, dinleme tüm bunları, tüm bunlar deme, her şey eski, her şey eşdeğerde, yazgıları böyle yazıldı. Ayaklarının üzerindesin işte şimdi,doğruluğuna ant içerim, senin bunlar, benim bu, ant içerim, oynat ellerini, dokun kafana, usun orada işte, bir çalışmasa çuvallardın anında, başka yerlerine geçelim şimdi, daha aşağı bölgelere, onlara da gereksinmen var, söyle bakalım neye benziyorsun, bir tahminde bulun, nasıl bir adamsın, bir erkek gerekiyor, ya da bir kadın, bacakaranı yokla bir, güzellik zorunlu değil, güçlülük de öyle, bir hafta kısa bir süre, kimse sevmeyecek seni, korkma sakın. Hayır, böyle değil, çok ani oldu, korkuya kapıldım. Ama başlamak için debelenmeyi bıraksan, öldürmeyecekler seni, kimse seni sevmeyecek, kimse seni öldürmeyecek, belki Gobi çölünde bulacaksın kendini, yuvanda hissedeceksin orada. Seni burada bekleyeceğim, hayır, yalnızım, yalnızım ben, bu kez benim gitmem gerekiyor. Nasıl yapacağımı bilmiyorum, bir adam, bir tür adam, yaş almış bir çocuk olacağım, zorunluyum buna, bir dadım olacak, üstüme titreyecek benim, karşıdan karşıya geçerken elimden tutacak, parklarda özgür bırakacak beni, uslu duracağım, bir köşeye sinip kedi gibi oturacağım ve sakalımı tarayacağım, düzleştireceğim onu, daha yakışıklı, biraz daha yakışıklı olmak için, böylesi ne güzel olurdu kuşkusuz. Gel yavrum, dönme zamanı geldi, diyecek bana. Sorumluluğum olmayacak hiç, tüm sorumluluğumu o üzerine alacak, Bibi olacak adı, Bibi diyeceğim ona, böylesi ne güzel olurdu kuşkusuz. Gel yavrum, uyku zamanı geldi. Tüm bildiklerimi kim öğretti bana, kendi başıma öğrendim, avarelik yıllarımda, doğadan çıkarsadım her şeyi, yaradanın yardımıyla, ben değilim biliyorum, ama çok geç artık, bunu yadsımak için çok geç, bilgi birikimim burada, içindeki kırıntılar, fırtınada sırayla, göz kırpıp duruyor belli aralıklarla, beni aldatmak için. Bırak ve git, gitme zamanı geldi, bunu söylemek gerekiyor ne olursa olsun, zamanı geldi, nedeni bilinmiyor. Kendini tanımlama biçiminin ne önemi var, burada ya da başka bir yerde olmak, gezmek ya da yerinden kımıldamamak, boylu, insansı bir biçime sahip olmak ya da bir biçimden yoksun olmak, karanlıkta kalmak ya da göğün ışıklarıyla aydınlanmak, bilmiyorum, önemi var gözüküyor, kolay olmayacak bu. Her şeyin karardığı o ana dönseydim yeniden ve oradan başlasaydım, hayır, bir yere varamazdım buradan, bir yere varamadım hiçbir zaman, bellekten silindi gitti o an, kocaman bir alevdi, sonra karanlık, büyük bir sarsılıştı, sonra ağırlıktan ve katedilecek uzamdan soyutlanış. Bir yalıyardan aşağı atmayı denedim kendimi, sokağın ortasına ölümlülerin arasına yığıldım kaldım, bir sonuç alamadım vazgeçtim. Beni buraya getirip bırakan yola yeniden koyulup, sonra da geri dönmek, ya da daha uzaklara yol almak, bilgece bir öğüt bu. Bir daha yerimden kımıldamayayım diye bu, O ben değilim, doğru değil, o ben değilim, ben uzaktayım, diye, on yüzyılda bir mırıldanarak, sonsuza kadar ağzımdan salyalar akıtayım diye. Hayır hayır, gelecekten söz edeceğim şimdi, gelecek zaman kipinde sürdüreceğim söylemimi, aynen eskiden geceleri kendime, Yarın sarı yaldızlı koyu mavi kravatımı takacağım (gecenin bitiminde takıyordum onu) dediğim gibi. Çabuk çabuk, yoksa ağlayacağım. Bir dostum olacak, benim yaşlarımda, benden farksız, eski bir savaşçı, savaştığımız günlerden söz edeceğiz birlikte, yara izlerimizi göstereceğiz birbirimize. Çabuk çabuk. Ben toplumla pusuya düşen düşmana ateş yağdırırken deniz kuvvetlerinde yapmış olmalıydı askerliğini, belki de Jellicoe�ydu komutanı. Yaşayacak, önümüzde yaşayacak çok zamanımız kalmadı gözüküyor artık, son kışımız bu kuşkusuz, amin. Ölümümüzün neden olacağını soruyoruz birbirimize. O verem diyor kendisi için, bense prostat. Birbirimizi kıskanıyoruz, ben onu kıskanıyorum, o beni kıskanıyor arada sırada. Genel bir tuvalette ayakta, tek başıma, titreyen elimle, iki büklüm olmuş, pelerinimle örtünerek sonda sokuyorum, insanlar yaşlı ve iğrenç bir ihtiyar yerine koyuyor beni. Bu sırada o bir banka oturmuş, öksürüklerle sarsılarak, dolar dolmaz, uygarlık gereği kanala boşalttığı bir enfiye kutusuna tükürerek bekliyor beni. Anayurdumuza layık evlatlar olduk biz, ölmeden önce düşkünlerevine kaldıracaklar bizi. Kamuya açık bir yeşil alanda aynı anda güneşin ışıklarıyla bedava bir bankı bir araya getirmeye çalışarak geçiriyoruz yaşamımızı (o bizim yaşamımız), doğaya biraz geç yaşta gönül düşürdük, kimi yerlerde herkese ait o. Alçak sesle, soluksuz kala kala bir önceki günün gazetesini okuyor bana, gözleri görmeseydi keşke. At yarışları ortak tutkumuz, tazı yarışları da, siyasi görüşümüz yok ikimizin de, yine de biraz cumhuriyetçi sayılırız. Ama Winsdor, Hanoverian, başka neydi, Hohenzollern�lerle de ilgileniyoruz. Tazı ve at yarışları haberlerini özümsedikten sonra insana ait hiçbir şey yabancı değil bize. Hayır, yalnız başıma, çok daha iyi olacağım yalnız başıma, daha hızlı gidecek. Yiyecek bir şeyler veriyordu bana, bir domuz kasabıyla arkadaştı, canım boğazımdan geliyordu salamları ağzıma tıkarken. Avuntu veren sözleriyle, kansere yaptığı göndermelerle, ölümsüz sarhoşlukları anımsatışlarıyla mezarına bir taş dikemememin üzüntüsünü unutturmaya çalışıyordu bana. Bense, kendi ufuklarımda yoğunlaşacağıma (onları bir kamyonun altına fırlatmama olanak verirdi bu), usumu onun anlattığı şeylerle meşgul edip duruyordum. Haydi, silah arkadaşım, bırak tüm bunları, artık düşünme, demem gerekiyordu ona, ama düşünme yetisini yitiren kardeşlik duygusunun alıklaştırdığı ben olmuştum. Bir de yapmam zorunlu olan şeyler vardı! Spora gönül verenlerin meyhaneler açılmadan önce, günün erken saatinde, bahislerini sağlıklı bir biçimde oynayabilmek için topluluklar oluşturduğu Duggan�ın dükkanının önünde sabahın onunda güneş de açsa, dolu da yağsa gitmem gereken buluşmalar örneğin. Bakın, ölmüştük, zamanımızı doldurmuştuk (ne güzel, ne güzel) ama nasıl da dakiktik, belirtmeliyim bunu. Vincent�ın kalıntılarının, sicim gibi yağan bir yağmurda, omuzlarını istemeyerek de olsa kurt bir denizci gibi neşeyle iki yana sallaya sallaya, kafası kan lekeli kirli bezlerle sarılı, gözlerinde bir parıltıyla gelişini görmek, iyi bir gözlemci için insanın zevk uğruna neler yapabileceğini gösteren mükemmel bir örnekti. Sanki hızlı bir denizci dansına başlayacakmış gibi bir eliyle göğüs kemiğini, ötekinin üstüyle omurgasını tutuyordu, hayır, yalnızca anı bunlar, tufandan önceki son kaçamaklar. Hiç kimsenin bulunmadığı, hiçbir şeyin olup bitmediği burada neler olup bitiyor bir bakalım şimdi, bir şeyler olmasını, birinin gelmesini sağlayalım, sonra bir son verelim buna, sessizlik olsun, sessizliğin benim yaşam ve ölümlerimin seslerinden başka bir gürültünün içine doğru yol alalım, öykümün içine girelim, çıkmak için girelim, hayır, hiçbir anlam taşımıyor bu söylediklerim. Sonunda benim diyebileceğim, kendime layık zehirler hazırlayabileceğim bir kafaya, ve yollara düşmek için bacaklara sahip olacak mıyım, oraya ulaşacağım sonunda, gidebileceğim sonunda, tüm istediğim bu işte, hayır, elimden gelmiyor bir şey istemek. Yalnızca bir kafa, iki de bacak, hayır, ortada bir bacak, zıplaya zıplaya giderdim. Ya da yalnızca yusyuvarlak ve dümdüz kafa yeterli olurdu, yüz çizgilerine gerek yoktu, arı gibi bir usa indirgenip, yokuşların eğilimlerine uyarak yuvarlanıp giderdim, hayır, bu da olmayacak, her şey yükselti halinde burada, bacak ya da eşdeğerde bir şey gerekiyor burada, kasılıp büzülebilen birkaç halka örneğin, böylece uzağa gidilebilirdi. Duggan�ın dükkanının kapısından, yağmurlu ve güneşli bir bahar günü, akşama çıkıp çıkmayacağını bilmeden yola koyulmak, bir terslik mi var burada? Çok kolay olurdu. Kalabalığın, çemberlerin ve balonların arasında, bu beden ya da başka bir bedende, dost bir kolun tuttuğu bu kolda, kolsuz, elsiz ve bu titreyen ruhların içinde ruhsuz bu elde gömülü saklı olmak, ne terslik var burada? Bilmiyorum, buradayım ben, tüm bildiğim bu, ve hala ben değilim o, işte düzenlemenin burada yapılması gerekiyor. Göze görünen bir beden yok, ölmenin olanağı da. Bırak tüm bunları, tüm bunları sözcüklerinin hangi anlama geldiğini hiç bilmeden, bırakmak istemek tüm bunları, çabuk söyledik, çabuk bitirdik, boşuna oldu, hiçbir şey kımıldamadı yerinden, kimse konuşmadı. Hiçbir şey olmayacak burada, hiç kimse gelmeyecek buraya uzun süre. Gidişler, öyküler, yarın hiç düşünülmedi. Ve sesler (nereden gelirse gelsinler) bir yaşamdan yoksun.


kaynak: epigraf

25 Haziran 2010

..

(zorla kurtulmuş bir arşivden, gecenin bir yarısı çarptı gözüme, çok olmuş, alkol ve uykusuzluktan çatallaşmış bir ses okumuş bu şiiri, ben yazmamışım sanki, o sesle, bitmiş şiir.. kime ne anlatır bilmem, bana anlattığı, her şeyin bittiği bir yerde -hiçbir şey bitmez oysaki, biz biteriz de- dikenli bir teldir, 'geri dön'dür o zamanlardan, o sesten. geri dönülmüştür dönülmesine ya, bir daha varılabilir mi o sınıra?)

kaybolmaya bir aşk ile

şimdi ikimizde bir morgda olalım
turuncu ölüm izleri arayalım, sultan!
bitmeli bu dertler, ki bulutlu
bir günde süregelen, herhangi yalnızlık..
sıkılacak gök de, ellerini bir şıklatsan
sunacağız gözyaşlarımızı, toprağın
yitik derinliklerine huzurla.

teninde senin, bir pusula var, bir kırçiçeği
öyle deliriyorum boş vakitler,
şu akdeniz diyorum, batmaya mümkün müdür
bir akşamüstü tüm baharlıkları alıp bir ceviz sandığına
kaçalım diyorum, sımsıkı ruhum, kangren bir
kalp ağrısı yapıyor adını andıkça
adında senin çok içli gitmeler, kanat çırptıkça
boyası dökülmüş bir istasyonun bilmem hangi sınıfında
yol alalım, karnımıza sokuldukça suçluluk, bu gayriresmi
bir tarihötesi treni olsun,
gözlerini bir çocuk sevinciyle ısla

bir şarkı söyleyelim, bir kasaba incinmiş olsun mesela
beklemekten törenleri, zaman, dinmiş olsun
meydanında gecenin bir vakti
fahişenin biri kelebeklerini kesmiş olsun, ustura sunsun
sarhoş bir kederde ıhlamur ağaçları, dudağında
bir uçuk olsun soyunmaya muhtaç
ah bu kekremsi hiçlik oyunları, mekan kaygısında
kapımızı hala sıcak cinayetlere aç

diyelim bir boşluk bulmuşuz, çok eskilerden;
öyle unutmuşuz coğrafyanın bir köşesinde, oraya vardık.
diyelim hüzün sevmişiz, sabahlara kadar
aç ve soğuk sevmeyi öğrenmişiz, derin kesikler
çizmeyi öğrenmişiz tenimize, öyle yeniyetme bırakalım.
çok eksik bir şeyin var senin de,
sesimde birikiyor çatallı, her an dökülmeye müsait,
çok canlar yakacak bu mektup diyorum, hala kuşların
giderken bıraktığı ötücüklere inanıyorum ben,
çok eksik bir şeyin var senin de:
inanmam gibi mesela, ne desem, soğuk bir mutfak eski evlerde..

çözülmeye gafil duygular bırakıyorum sana!

18 Haziran 2010

..

zaman, yine ve hep..

bir resim çıkıyor karşına, bir kent, terketmişsin çok olmuş, bir koltukta oturup büyük bir heyecanla, artık ne anlatıyorsam, ellerim kollarım yerinde durmuyor. keyifliyiz ama. t, o ve ben. oturduğum koltuk sanırım doğduğumdan beri kıçıma ev sahipliği yapmış, alıp bin kilometre götürmüşüm. kimse değiliz, şimdi bakınca. o şehirde bizden, o akşamdan, o günlerden kimsenin haberi yok. hiçbir kayda geçmemiş zamanlar tüketmişiz, onlardan biri nasıl olduysa, hangi hevesle bir kamera düğmesine basıp, çekmişiz. bir anda çıkıyor karşıma, şimdi bakınca bir rüyadan farksız, büyük bir halüsinasyon, çok büyük, ne dile gelir, ne hatırlanır.

t:

korku önce, ne kadar da içindeymiş hayatımın. onu hatırlamalarım çok eski, çocukluğumdan, büyük korku. sonra zamanlar, yeni korkularla unutulan eski korkular, yeni dertlerle unutulan eski dertler, basit insan tasarrufları. bir film gibi şimdi, öyle anlatmış ki, o kadar çok konuşmuşuz ki o geceyi; yağmur, çalan zil, aralanan perde, sokakta bir arabanın yanında iki kişi, tekrar çalıyor zil, önceden hazırlanmış bavul atılıyor önce arka camdan, sonra t atlıyor. bir bavul hangi kaçışı hazırlar? ne gidilecek yer ayarlanmış, ne yapılacak şeyler. sadece bir bavul, içinde.. atlayınca farkediyor bavulun peşinden, ne ayakkabı, ne terlik var ayağında, çamur, yağmur. sonra? sonra bir telefon, telefonun çaldığı anın yine bize kalan muhteşemliği, zamanın inanılmaz oyunlarından biri daha. sonra yine akşam, duran otobüs, hareket etmiyor, hikayeleri çok, çok, o kadar çok ki, ne anlatılır, ne içte öyle bırakılır, kimbilir, belki bir gün. bir gün, çok sonra, bir endişe, öyle esen, bir telefon daha, sonra tekrar istanbul, bir gece daha, sonra başka geceler, her şey başka, biz aynıyız, herşey, bizi de almaz mı içine? insan hep aynı olduğunu düşünür, düşünür de, hiçbir an aynı değildir, ne an, ne insan.. sonra bir gece daha, uzatılan el, akan kan, sürünen can, unutulacak olanlar, unutulmayacaklar, zaman, sıcak, sokuluyor, öyle şeyler söylüyor ki..

şimdi o sehpanın üzerinde duran şey, basit göz yanılgısı, zaman gibi, o da, aslında her şey o kadar karışık ki! hala dururlar bir kuytuda, binlercesiyle birlikte.. küçük tuzaklarıyla durmadan yakalayıp, "anlat" diye.. sahi, anlatmadan ölmek diye bir duygu, nereye gider peki hepsi, ölünce? zaman, neresinde ölümün, ya da ölüm neresinde onun sonsuzluğunun?

06 Haziran 2010

..

ince görmek vardı, bilardo oynamak, nezaketen, pardon, saçma bir sayı alınca.. o hep bir asil kalmış oyun, kiminle oynadığına bakmaksızın.. satrancı falan geçtim, ter su içinde en yakın arkadaşımı yenişimle -turnuva dedilerdi, bırakışım, hep akıl işi, oysa amcam benden çok sevinmişti, bir kış günü onu yenişime, ben aklı sevmedim amca, diye- çok mu futbol sevdik ki, bilemedim?

04 Haziran 2010

..

derkenarlar düşülmüş, kimbilir hangi sahafta başka gözlerin - sağdan sola - uzanıp kitaptan çok edeceğini bilmeden, düşülmüş, kimbilir hangi zamanın soğuk taşına oturup derin bir solukla, düşülmüş, ustan yazamam ben, uslu olmayı beceremedim ki hiç, düşülmüş, -sağdan sola-, düşülmüş, anlakla anlamak arasında, düşülmüş, sigaranın dumanı kokuyor hala, hala mı?, düşülmüş, kimsin sen, düşülmüş, ne istedin, beklemediğin neydi hayattan, düşülmüş, hayatla oyun oynamak kolay değil mi, kelimelerin var, düşülmüş, biliyorum, hiç kolaya kaçmadın, düşülmüş.

biliyor muyum?

derkenarlar düşmüş.

biliyor musun?


sonra, ilhan berk, "bursa'yı hiç görmemişim gibi gelir bana", bir kentin, bana bu kadar uzak bir kentin, nasıl da durup durup çıktığını karşıma, yoksa, görünmez kentler'deki zobeide mi, hayatımda, başka başka kimliklerle yeniden, yeniden girdiğim düşlerce?



Acının El Yazısı

Ben acıyım. Yani senin hazan düşen yüzün. Umarsız
Boyun bazan. Bazan ağzın, gölgeli gözlerin

Yani çocukluğun. Bursa'da bir sokak yani
(Bursa'yı hiç görmemişim gibi gelir bana)

Bir akşam yaktığın mum sonra bir kilisede
Daha hiç bilmediği bir yüz için ölümün

Zaman ki senden başka nedir
Ve hep bir yüz dönüşür bende

Bir yüze
Hem geceyi, hem tanyerlerini taşır kendinde

Ben ki bir yıkıntınım senin, senin büyüttüğün
Acının el yazısında

i. berk



" ... kentin kuruluşu hakkında anlatılan şu: çeşitli ulusların erkekleri aynı düşü, bir kadını, gece vakti, bilmedikleri bir kentte, sırtı dönük koşarken görmüşler, uzun saçlı ve çıplakmış kadın. onu izlediklerini düşlemişler. dönmüş dolaşmışlar, kaybetmişler onu. uyandıklarında o kenti aramaya çıkmışlar; kenti bulamamışlar ama birbirlerini bulmuşlar; düştekine benzer bir kent kurmaya karar vermişler. yolları düzenlerken her biri, kadını kovalarken izlediği yolu yinelemiş; kaçağın izini kaybettiği noktada, mekan ve surları, düştekinden çok farklı, kadının bir daha kendisinden kaçamayacağı biçimde düzenlemiş.

bir gece aynı sahnenin yinelenmesini bekleyerek yerleştikleri zobeide kenti buydu işte. hiçbiri, ne uykuda, ne de uyanıkken bir daha asla görmedi kadını. kentin yolları, hepsinin her gün işe gidip geldikleri, düşteki kovalamaca ile hiçbir ilgisi kalmamış yollardı artık. zaten o düş de çoktan unutulmuştu.

onlarınkine benzer bir düş gören yeni erkekler geldi başka ülkelerden, zobeide kentinde düşteki yollardan birşeyler buluyor, peşinde oldukları kadının izlediği yola iyice benzesin, kaybolduğu noktada kadına hiçbir kaçış yolu kalmasın diye kemerlerin, merdivenlerin yerini değiştiriyorlardı.

kente ilk gelenler, bu insanları zobeide'ye, bu çirkin, tuzak kente çeken şeyi anlamıyorlardı."



- ayırmak zorunda değilsin şiiri, bırak, şiir gibi konuşsun, o gerçek değil, biz gerçek olmaktan korkmuyor muyuz bakıp aynaya?

21 Nisan 2010

sarı siyah bir gerdanlık, açılmıştır sandık..

balık ekmek - gecenin sessizliği - karanlık birkaç adam - kapıdaki midyeciden midye isterler, getirir midyeci - süzer adamları - süzer adamlar midyeciyi - midyeci arkasını döner - tam çıkacakken birden geri..
midyecinin dönüşünde üç el silah sesi bulan ben!

set öncesi birkaç saat uyku çabası, rüyada sürekli uyanmaya çalışmak ama gözlerini açamamak, yatağın başına gelen bir adam, yorgunluktan bir türlü açılamayan gözler, inatla duran adam, sonunda uyanıp kapıyı kilitlemek, sonra tekrar uyumak ve bu sefer otelin başka başka odalarında uyanıp tekrar odayı aramak rüyada, bulamamak.. ve uyuyamadan geçen 2 gecelik set!

birayı çıkarmak için vapurun kalkmasını bekliyordum. arkada iki kişiyiz, son vapur zaten, boş. vapur hareket ediyor, birbirimizi kesip durduğumuz adamla ben aynı anda çantalarımızdan biralarımızı çıkarıyoruz.. ardından camel natural çıkarıyor cebinden, ben duruyorum, sonra kibritini çıkarıyor ve yakıyor, oha diyorum. jeff deyimiyle "ne romantik adamsın lan sen?" cebimden camel natural imi çıkarıyor ve kibritle yakıyorum. sonra tanışıyoruz adamla, ve patronumun çok eski arkadaşı çıkıyor. şaşırmıyorum artık, hiçbir şeye..

hikayeler birbirine karışıyor bu arada, biri diğerinin içinde, diğeri ötekinin..
bense gittikçe dışına doğru..

"just another love story" neredeyse bir aydan fazladır film izleyemediğimi farkettim. tamam, bu ara yoğunluktan dolayı kendime vakit ayıramıyorum ama bu bahane değil, hem de ofise 40 tane film almışken, neyse, orjinal bir film, bir kez daha izlemeye değer..

adada yaşamayı düşünmek, düşünmek..

sıkılmamak, sıkılıcak zaman bulamamak.. belki de böylesi iyidir..

31 Mart 2010

..

"Bir Kalır yabancı yataklarda o oteller
Meydanlar heykeller sizin olmadığınız o her yer

O çok yalınç gerçekli gelip gitmeler"


turgut uyar okur gecenin biri, hatırlanan mısralarında hüzündedir,

"geyikli gece" hüzündür, "göğe bakma durağı"

hüzünlüdür şiir, nerede ne zaman kaybettik birbirimizi yine!

"Karamsar değilim, hüzünlüyüm." diye bir cümle sonra, gün ortasında, naneli ıhlamur tadında..

bazen basit cümlelerde buluyor insan kendini, yine neredeyim derken..

anlatmak güçleşiyor, güçleştikçe tıkanıyor, tıkandıkça yanlış anlamlarda soruyor kendini..

yani ki bir kavga hep sürüyor oracıkta..

sonra oturup iki bira içip "turgut uyar" diyor, "şiir sevmiş, belli dizelerinden, çok hüzünlü bir adam değil belki, çok şiirli bir adam"

gürültüsüz yaşayabilmek için bunca çaba, diyip bir bira daha içmek, sırf bu cümleyi söyleyip o bağırış çağırış hengamede..

gürültünüze soktum çıkamıyorum diyip devam etmek..

17 Mart 2010

halüsinasyonkırıklığı

hayır arkadaşım, biz egoseveriz, tunç yerini bulsun, tarih kitabı yazsın, yeter, yaşanmasa da olur.

alayanızın amına koyiyim..

evet, sizi ve sizin gibi olmaya çalışanları düşünüyorum, mütemadiyen..

15 Mart 2010

her gün, yeniden..

metro durağı. yıllarca beklenmiş bir sevgili. "belki başka türlü olurdu her şey" i düşünmek, hala! değer bilmemek, bilememek! acemi sevi! acemi kavgacısı henüz hayatın. bir hatanın, bir hayat kadar büyük olduğunu anlamak. yağan yağmurlar, paltosuna sarılmış bekliyor çocuk, bundan sonra en nefret ettiği şey olmuş beklemek.yıllarca bekliyor o durakta, kah geliyor, selam verip gidiyor, kah peşinde sokak sokak, kah görmezden gelinmiş, utanmış, küfür etmiş, sahici, büyük küfürler, küfürle yemin de o zamanlar karışmış birbirine, o zamanlar çözülmüş belki dili, içeri kıvrılmış dil, içeri!
aksaray ordan. yeni çıkılmış yolculuğa, keşif gezileri henüz. ter dökülmüş bir yaz, emek öğrenilmiş, üzerine öğle vakti içilmiş iki üç bira, onurla. iranlı ayakkabı işçileri, ürkekçe girilmiş bir bekar evi, çıkarken adam olmuş iki çocuk! tüttürülmüş iran sigaraları, kavun, karpuz, koca koca adamlarla koca koca adamlar olmak. "yani ki benim abim" korkarak öğrenmek cesareti. hiç tanımadığın bir öğle vakti, hiç tanımadığın adamlarla, hiç tanımadığın alkolle, hiç tanımadığın bir evde, çok sonraları "hiç" e düşeceğini bilmeden, "hiç" e yürüdüğünü bilmeden, gülebilmek. on üç yaş.
"laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvay" ı, bir ceviz ağacı olmayı gülhane parkı'nda, "sirkeci'den tren gider" diyen şairle ilk sigaralarda efkarlanmayı, bir şafak vakti gözünü galata'da açmayı, ağlamayı, ağlamayı..


ben şimdi hergün bu yolu gidiyorum iyi mi!..

24 Şubat 2010

baddalog

uzun zamandır faal hale gelmeyi bekleyen blog sıkılmış, daralmış ve bunalmıştı. ben zaten yeterince sıkılmış, daralmış ve bunalmış olduğumdan birimizin normale dönmesi konusunda hemfikirdik. daha çok şiir den oluşan eski bloğum(blogum?) bu tarafa geçicekti ama mükemmel ötesi zahmetli bir iş olduğundan vazgeçtim. geçen gün pek sevgili tolga abi sizin bloğunuz var mı diye sorunca aklıma geldi, e güzelim şubat ayı da geçmeden başlayalım dedim ve sanırım şu an başladım.. artık zamanla diğer taraftan bu tarafa aktarırız onları..
uzuun uzun yıllar önce bir eski eski kız arkadaşımla(yok ya kızarkadaş durumuna gelememişti, baya damar bi ilişkimiz vardı ortaokul sıralarında:) konuşurken blogların saçmalığı ve manita kaldırma derdindeki bir takım adamların bir takım saçma sapan yedik içtik geyiklerinden başka bir şey olmadığına dair kesin ve net bir konuşma yaptığımı hatırlıyorum. oysa doğru düzgün bir bloğa bakmışlığım dahi yoktu, tüm derdim kıskançlıktı. neyse, üzerinden çok sular aktı ve ben her gün bakmadan edemediğim 8-10 bloğun müptezel kontenjanından takipçisi oldum. üzerine de boş zamanlarımda aklıma gelen herhangi bir şeyle ilgili google a girip "blogger.com: bıdı bıdı" araması yaptırıp çıkan blogları okumaya başladım (öğrenmiş oldunuz?). yani sonunda sevdik birbirimizi ki, daha çok eski msn dostluklarının takip ettiği dandik microsoft bloğu ortaya çıktı. tabi onun blog dan ziyade üzerinize afiyet ağızlarından salyalar akarak okumaları için arkadaşların yoğun isteği üzerine şiir sergisi niyetiyle açıldığını da tekrar hatırlatiyim.
neyse, sabahtan beri hatırlayamadığım bir gecenin üzerine elim gevşedi, dilim gevşedi, olay gevşedi. yazarmıyım yazmazmıyım(yok tdk falan) bilemiyorum. öyle açıktı, bu akşam da böyle oldu, falan filan..

var var, bir tdk var: tdk.gov.tr - bakın baktırın

şeyettirmek isteyenler için gelsin:
baddalog.spaces.live.com (bu kadar uzun blog uzantısı koyan microsoft a tekrar koyiyim)

11 Kasım 2009

zaman kırıntıları

biz, zaman kırıntıları,

zaman sinekleri,
tozlu camlarında günlerin sessiz kanat çırpanlar
ve lüzumsuz görenler artık
bu aydınlıkta kendi gölgelerini!

sanki siyah, simsiyah taşlar içinde
siyah, simsiyah kovuklarda yaşadık biz,
sanki hiç görmedik birbirimizi,
sanki hiç tanışmadık!

dünya bize öyle kapattı kendisini...

neye yarar hatırlamak,
neye yarar bu cılız ışıklı bahçelerde
hatırlamak geçmiş şeyleri,
bu beyhude akşam bahçesinde
kapanırken üstümüze böyle
zaman çemberi
hatırlıyor yetmez mi
güneşe uzanan ellerimiz!

aynalar sonsuz boşluğa
çoktan salıverdi çehremizi,
yüzüyoruz,
ipi kopmuş uçurtmalar gibi.
biz uzak seyircisi bu aydınlık oyunun,
birdenbire bulanlar içlerinde
gülüncün sırrını,
ne kadar benziyoruz şimdi,
aynı tezgahtan çıkmış testilere
bir şey, bir şey kaldırdı bütün ayrılıkları!

baksak aynalara
tanır mıyız kendimizi,
tanır mıyız bu kaskatı
bu zalim inkarın arasından
sevdiklerimizi.

ben zamanı gördüm,
içimde ve dışımda sessiz çalışıyordu,
bir mezar böyle kazılırdı ancak,
yıldırımsız ve baltasız,
bir orman böyle devrilirdi!
ben zamanı gördüm,
kaç bakışta bozdu hayalimi,
ve kaç düşüncede!
ben zamanı gördüm,
şimşek gibi bir anın uçurumunda.

kim tanır bizi şimdiden sonra,
aydınlığı kıt gecemize
misafir olanlardan başka;
paylaşanlar günlerimizi
ve benim gözlerimle bakanlar güneşe
ancak tanır bizi
mor çemberlerin uçuştuğu akşam sularından!
akşamın tek bir ağaç gibi
dal budak saldığı sular
çocukluk rüyalarının bahçesi!
sakın kimse el sürmesin dallara,
yapraklar, meyvalar olduğu gibi kalsın
benim uykum boyunca!

ben zamanı gördüm,
devrilmiş sütunları arasından
çok eski bir sarayın
alnında mor salkımlar vardı
ve ilahlar kadar güzeldi.
uçmak için kanatlanmayı bekleyen
yavru kuş gibi doğduğu kayada
ben zamanı gördüm
çırpınırken avuçlarımda.

bak martılar kanat çırpıyor sana
bir rüyadan kopmuş gibi bembeyaz
yelkovan kuşları yalıyor suyu,
sen ki bakışında yumuşak bir yaz
gülümser en yeşil gecesinden
ve sesin durmadan, durmadan örer,
yıldız yosunu bir uykuyu...
bak, martılar kanat çırpıyor sana.

süzülen yelkenler var enginde,
dalgalar var, güneş var.
güneş ayna ayna, güneş pul pul
güneş saçlarınla oynar
omzundan tutar giydirir seni
sırtında tül olur belinde kemer
boynunda inci
ve dişlerinin zalim çocuk sevinci
bir tanrılaşırsın genç adımlarında
mevsimler önünde çözer yükünü
bahçeler yığılır eteklerine!
rüya ile
hayal arasında
hayal ile
hakikat arasında
yalnız sen varsın!
gece ile
gündüz arasında
güneşle
göz arasında
yalnız sen varsın!

niçin sen yaratmadın bu dünyayı?
ellerinin mesut işaretlerinden
daha güzel doğardı eşya!
daha zengin olurdu aydınlık
kendi karanlığından çağırsaydı sesin,
sular başka türlü akardı
sert kayalardan göklere doğru
büyük, mavi, aydınlık sular!

eğilme sakın üstüne
kendi yeşilinde boğulmuş havuzların,
ve bırakma saçlarını tarasın rüzgar,
durmadan çukurlaşan bu aynada!
bilinmez hangi uzaklara götürür seni
dudak dudağa öpüştüğün hayal!
sokma güneşle arana,
imkansızın parıltısını!
ve tanımadan, hiç tanımadan sev insanları!
değişmenin ebedi olduğu yerde
güzeldir hayat!

ne kadar uzak, uzak
yollardan gelir bize
ve çok yabancı bir şey gibi sevinçlerimiz,
keder durmadan çiçek açar içimizde,
ne çıkar nunuttuk hepsini!

biz ki boş yere gerilmişiz anladık artık,
yıldızların amansız çarkına
ve boş yere sızlamış kemiklerimiz,

bilmiyoruz şimdi, mevsim yaz mı, bahar mı
bahçelerde hala güller açar mı,
bilmiyoruz, kadınlar, kızlar,
şarkılar, masallar var mı?
gece ile gündüz,
acıdan kaskatı kesilmiş yüz,
uykusuzluktan harap göz,
öpüşen dudaklar,
çözülmeye razı olmayan eller var mı?
ayrılık var mı gurbet var mı?
biz beyhude yere gecikenler,
çoktan bitmiş bir yolun ucunda
bilmiyoruz şimdi ıssız gecede
ne yapar ne eder,
gidip de gelmeyenler,
beyhude bekleyenler!
biz ayın çıplak arsasında
savrulan zaman kırıntıları.

nerden bilelim bunları!


A. Hamdi Tanpınar

26 Eylül 2009

karala!

düşün..

10 Şubat 2009

..

içindeki esrarı unuttu yolcu, yolun esrarına kattı aklını. 
yol yoracak. yol bitecek, bitecek, bitecek.
esrarı unutmuş yolcu, ölecek. 
esrar kaybolacak gökle yer arasında, orda, tam orda.
esrar, hiç yokmuş gibi olacak, yolcu, hiç yokmuş gibi.
- karanlık, dedi, sesinde herhangi bir düşüncesizliğin doğallığıyla, sokak lambasının ışığının ulaşamadığı karanlığa doğru çekerken ruhuyla gövdesinin herhangi bir yerdeliğini. sokak lambasının ışığının altında yalnızlığın gölgesi belirdi, sesin yankısı belirdi, yankının tedirgin olduğu kaldı. "karanlık" deyişinin karanlığa çekilişinin tedirginliğini taşımış olduğu kaldı. sesini göğün her an içinden koyu gölgeler fışkıracakmışçasına puslu boşluğuna bırakırken herhangi bir düşüncesizliğin doğallığıyla değil de, düşüncenin düşe yükselmiş kasvetiyle bıraktığı kaldı. sanki gece bir tiyatro sahnesiymiş de, birazdan sebepsiz ve gergin yüzleriyle ışığın altında belirecek başka başka ruhlar, pis kahkahaları, lanetli haykırışları ve çaresiz hıçkırıklarıyla ölümün ve hayatın, aşkın, tanrının, yalnızlığın ve yalnızlığın esrarını oynayacaklarmış. sanki sırtında iki kanatla meleğe benzeyen, ama görünmeyen yüzü ve fısıltıdan fazlası olmayan sesiyle ne olduğu belirsiz bir gölge, bir dua okur gibi, hiç bilinmeyen bir dilde, sanki önünde uçsuz bucaksız bir deniz varmışçasına, ona, onun o sonsuzluğu, ıssızlığına bürünen bir şeyler söyleyecekmiş, şarkı desen değil, şiir desen değil, ama içine alan ulaştığı ne varsa, işiten ne varsa hipnotize edicekmiş, esir alıcakmış gibi bir tınıyla. ya da kuş sesleri arasından uzun mu uzun saçlarından başka hiç bir şeyi belli olmayan başka bir gölge, gelip oturacakmış da ışığın altına, öyle bir sessizlik kaplayacakmış ki ortalığı, sanki o ışığı, sokağı, havayı alıp başka bir yere, henüz ismi koyulamayan bir yere götürecekmiş, dünya sanki birden silinmiş de, boşlukta kalmış gibi orası, boşlukta, boşlukta, boşlukta, ölüm gibi, nasılsa artık ölüm, ölüm gibi bir huzurda..